13 Eylül 2009 Pazar

hiç yoksanda yalnız bir düşsende
aklım hep sende sende hepsende
gelmesende yalnızca beklensende aklım hepsende
ırmak olsan sulasan toprağımı benim
yıkansa suyunda derim
bir gizsense şarkımda tütsende
aklım hepsende sende
hep sendebir yolsanda hasrete çıksanda
aklım hepsende
bıçak olsan saplansan ruhuma benim
kanasa ucunda derim
bir gizsende şarkımda tütsende
aklım hepsende sende hep sende
bir yolsanda hasrete çıksanda
aklım hepsende

SABAHATTİN ALİ

SON MEKTUP

Ey yar, bu mektubu aldığın demde
Kara topraklara verdim kendimi...
Herşey bana engel oldu alemde,
Bir coşkun nehirdim, yıktım bendimi.

Benim gönlüm doğusundan deliydi;
Başka dünyaların şaşkın seliydi...
Bunun böyle olacağı belliydi...
Her şey biter sel yerine döndü mü...

Dünya durmaz, bahar olur, kış olur,
Belki senin gözün yaş olur,
Ben garibim, benim gönlüm hoş olur,
Sevdiklerim ayda yılda andı mı...

Yıldız olur sana ışık tutarım,
Bülbül olur pencerende öterim.
Yer altında belki rahat yatarım
Yer üstünde çektiklerim dindi mi...

Şimdi yaşamayı tatlı bulursun,
Koşarsın, gülersin, tez yorulursun,
Bir gün olur yine bana gelirsin
Deli gönlün yaşamağa kandı mı...

ÖYLE GÜNLER GÖRDÜM Kİ

Öyle günler gördüm ki, aydın gökler kararıp
Bahtım bir bulut gibi üstüme çöker oldu,
Her gözümü yumunca tanıdık yüzler görüp,
Hayaller alev alev beynimi yakar oldu.
Ümitsizlik, gariplik dört tarafımı sarıp
Yüzüm sırıtsa bile, içim yaş döker oldu.

Her sabah ilk ışıklar gözlerimi oyardı,
Uyanan taş duvarlar iniltimi duyardı.

Öyle günler gördüm ki, duvarlar gelir dile,
Gözümde canlanırdı eşkiya masalları.
Varlığımı sarardı, hain bir isteyişle
Görmediğim yumuşak bir düşmanın elleri
Kafada çelik gibi fikirler dursa bile
Kalplerin eksik olmaz böyle zayıf halleri:

Bazen kendi kendimin elinden kurtulurdum,
Kalbimi bir çamurda çırpınırken bulurdum.

Öyle günler gördüm ki, dost dediğim insanlar
Ben yanına varınca dudağını kıvırdı.
Bir zamanlar yanımda ağız açmayanlar
Sırtımı sıvazladı, bana öğüt savurdu.
Silahsız gördüğüne saldıran kahramanlar
En alçak tekmelerle beni yere devirdi.

Ruhum bir heykel gibi düşüp parçalanırdı.
Bu sesleri duyanlar gülüyorum sanırdı.

Öyle günler gördüm ki, tabanca sakağımda
Tasarladım aydınlık dünyayı bırakmayı
Gönlüm acıklı buldu, en ateşli çağımda
Sönük bir yıldız gibi boşluklara akmayı
Tabancanın namlusu ısındı yanağımda,
Parmağım istemedi tetiğini çekmeyi

Bir sonbahar yağmuru gibi içim ağlardı
Bir şeyler fakat beni yaşamağa bağlardı.

Ey bir tane sevgilim, ben bugün yaşıyorsam
Sanma ki hayat tatlı, insanlar hoş olmuştur,
Dağ başında bir kaya gibiyim şöyle dursam
Etrafım eskisinden daha bomboş olmuştur
Yalnız sana borçluyum bugün dünyada varsam:
Seni her andığımda gözlerim yaş olmuştur

Yaşlar ki bir ırmaktır, dertleri sürür gider,
Gözyaşları içinde seneler yürür gider.

Yok olmak isteğiyle kalbim attığı zaman,
Bana: Yaşa der gibi gülen senin yüzündü.
Dizlerim bir batakta yorgun yattığı zaman
Bacaklarıma kuvvet veren senin hızındı.
Yaşaran gözlerimde, güneş battığı zaman
Sıcak bir yuva gibi tüten senin dizindi.

Sen aklıma gelince her şey gülümserdi.
Ağaçlar şarkı söyler, rüzgar tatlı eserdi.

Ey sevgilim, bilirsin benim ne çektiğimi:
Garip başımın derdi bir yürek taşıyorum.
Anlarsın niçin uzak yerlere baktığımı:
İçinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum.
Görünce gülme sakın çırpınıp aktığımı:
Ilık ve aydınlık bir denize koşuyorum.

Sen benim sevgilimsin, sevsen de, sevmesen de,
Aradığım yerlere benzeyiş buldum sende.


...
Sen benim sevgilimsin, sevsen de, sevmesen de,
Aradığım yerlere benzeyiş buldum sende...
sabahattin ali..

13 Ağustos 2009 Perşembe

Diskur Nedir?

Köken: Fransızca
Söylev,söylem,nutuk,vaaz,konuşma.
Latincede "discursus"
Lugat manası: "Bir yöne doğru koşma"
Istılahta ise: Sözlü ya da yazılı iletişim, müzakere; resmi tartışma/görüşme.
Latince'den tüm avrupa dillerine bulaşmıştır.
İngilizcesi "discourse"
Fransızcası "discours" (Türkçedeki anlamı burdan gelmiş),
Almancası "diskurs" olan kelime.
Diskur çekmek :Azarlamak

9 Ağustos 2009 Pazar

Un Amour De Swann

"Benim ne kadar sıra dışı biri olduğumu bilmiyor musunuz? Aramızdaki en iyiler için; sanat, koleksiyonlarımız, bahçelerimiz birer yedekten başka bir şey değildir. Diogene gibi, fıçımızın dibinde, bir insan arıyoruz. çiçek yetiştiriyoruz ama vaktimizi bir insan ağacı yetiştirmeye harcamayı tercih ediyoruz. sanki buna değermiş gibi. Yazık ki siz buna değmezsiniz. Elveda, bayım. Bir daha birbirimizi hiç görmeyeceğiz. Bundan pişman olduğumu belirtmem onursuz bir davranış değildir. Kendimi bir victor hugo karakteri gibi hissediyorum. "Yalnızım. Dulum. Ve gece üzerime çöküyor."

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Kimbilir kaç kişi senin zarif hallerini sevdi
Kaç kişi güzelliğini sevdi
Belki gerçek aşkla; belki değil

Ama bir tek kişi seni sevdi.
Bir tek kişi değişen yüzündeki hüznü sevdi.

William Butler Yeats



ÇOCUKSUN SEN / I


Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen
Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu
Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen
Kum taneleri var ya onlardan birindeyim
Yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor
Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum Dönüşen ve suya dönüşen sorular soruyorsun
Sesin bir çağlayan olup dolduruyor uçurumlarımı
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum
Kekemeyim en az kasabalı aşklar kadar mahçup
Ve üzgün kentler arıyorum ayrılıklar için
Bir yanlışlığım bu dünyada en az senin kadar
Ve sen kendi küllerini savuruyorsun dağa taşa
Bir daha doğmamak için doğmak diyorsun
Ölümlülerin işi bir de mutlu olanların
Onların hep bir öyküsü olur ve yaşarlar
Bırakıp gidemezler alıştıkları ne varsa Çocuksun sen her ayrılıkta imlası bozulan Susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit
Ne olabilir, sorumun karşılığını bilmiyor kimse
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Bir kaza olsa adı aşk oluyor artık
Aşksa dünyanın çoktan unuttuğu bir tansık
Seni bekliyorum orda, o kirlenen ütopyada
Kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak
Yumuyorum gözlerimi gözkapaklarımın içindesin
Sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen
Hiç büyümüyorsun artık iyi ki büyümüyorsun
Adınla başlıyorum her şiire ve her mısrada
Esirgeyensin bağışlayansın, biad ediyorum. Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil
ÇOCUKSUN SEN / II


Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüm
Bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hâlâ
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
Zaman benim işte, nesneleşiyor tüm anlar
Dursam ölürüm paramparça olur dünya Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüğüm
Uçurum diyordun bir aşk uçurum özlemidir
Bırakıyorum öyleyse kendimi sesinin boşluğuna
Tutunabileceğim tüm umutları görmiyeyim için
Gözlerimi bağlıyorum geceyi mendil yaparak
(Gözlerim bir yerlerde daha bağlanmıştı, bunu
Unutmuyorum unutmuyorum unutmuyorum hiç) Bir rüzgâr esse ellerin fesleğen kokuyor
Kırlangıçlar konuyor alnına akşamüstleri
Bu yüzden bir kanat sesiyim yamaçlarda
Üzgün bir erguvan ağacıyla konuşuyorum
Ayrılığın zorlaştığı yerdeyim ve dalgınlığım
Bir mülteci hüznüne dönüyor artık bu kentte Çocuksun sen alnına kırlangıçlar konan Bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer
Okyanus diyelim istersen ya da sen söyle
Batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum
Upuzun bir sessizliğim fırtınalar patlarken
Gövdem köle tacirlerinin barut yanıkları içinde
Ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su
Çocuksun sen, büyümek yakışmazdı hiç
Gülüşünün kokusuyla yeşerdi bu elma ağacı
(Soluğunun elma kokması bundandı belki)
Bir elma kokusuna tutundum düşerken
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle Çocuksun sen, çocuğumsun
AHMET TELLİ

Zangırt Köyü oto-soykırımının haklı nedenleri

Mehmet Can Öztürk bildirdi.....

İnsan evladının ele geçirdiği sosyal ya da siyasal gücü kullanma şekli, kişiliğinin ahlaki ve
psikolojik değerlerini ortaya koyar.
Güç/iktidar bir şekilde ruh hastası, cahil ve bağnaz kafanın eline geçtiğinde, bu gücü/iktidarı toplumun yararına kullanması ihtimali çok düşüktür.

Çünkü; sosyal veya siyasi gücü (iktidarı) eline geçiren cahil ve bağnaz kafa, insanları gücü olan ve ve olmayan şeklinde ikiye ayırıp, sadece güçlünün gücüne saygı duyar.

Kendisinin onaylamadığı, ‘ahlak dışı’ bulduğu gruplarla muhatap olurken de gücünü/iktidarını kötüye kullanır. Onaylamadığı güçsüz gruplar; kredi kartı borcunu ödeyemeyen kifayetsizler de (!) olabilir, içki içenler de, mini etek giyenler vs. de.

Güç/iktidar sahibi bağnaz, gücünü en fazla psikolojik olarak sorunlu olduğu alanlarda kötüye kullanır.

İslamiyetin dayattığı otoriteryen ahlak, toplumun bazı kesimlerini ‘ahlaksız’ olarak etiketlerken, güç/ iktidar sahiplerine gücü kötüye kullanma yetkisi verir.


Uzun lafın kısası; aslında insan evladını iktidar bozmaz, iktidar ancak varolan erdemlerini ya da arızalarını ortaya çıkartır. O sebepten;

Zangırt köyünün kendi akrabalarına soykırım yapan katil adamlarını,

Mustafa Erdoğan’ın dansçısını nasıl olup da tokatladığını,

Tunceli Valisi’ne ‘hazzzrol’ da durmayan öğretmeni korumaların neden dövdüğünü,

Akepe’li Belediye Meclis Üyesi’nin gazeteciye nasıl olup da sille tokat girişebildiğini,

Recep Bey’in durup durup vatandaşa neden kafa attığını çözebilmek için;

Türkiye’de ‘gücün (iktidarın) kötüye kullanılması (power abuse)’ , ‘yetki aşımı’ , ‘güçlünün zayıfı ezmesi (bullying)’, ‘psikolojik yıldırma(mobbing)’ kavramlarının imanına kadar deşilmesi, konuşulması gerekir .

Bizim memlekette (TSK hariç), Cumhurbaşkanından tut dolmuş şoföründen çık, analık-babalıktan tut medya patronluğundan çık, aklına gelen gelmeyen hiç kimsenin yaptığı işin sınırları belirgin çizgilerle çizilmemiştir (CB’nın görev süresi bile yeni belli oldu). Herkes kendisinin (ya da kurumunun) görev tanımını işine geldiği şekilde esnetip daraltabilir.

Görevi kızını en donanımlı şekilde hayata hazırlamak olan baba, kendisine ‘görev daraltma’ operasyonu yapar, babalığı ‘kızlık zarı koruması’na indirgeyerek yorumlar. Kendi işini kolaylaştırır.

Adam yolsuzluğu, hırsızlığıyla ünlü bir partinin bilmemne ilçe başkanlığına seçilir. Yetkilerinin sınırlarını esnete esnete egosunu öyle bir şişirir ki, altı ay sonra gör tanıyamazsın. Sanırsın Kraliçe Elizabeth sömürgeye Genel Vali göndermiş.

Toplumsal hayatımızın üç değişmez kuralı vardır: Keyfilik (kuralsızlık), haddini bilmeme ve olduğundan daha yetkili bir pozisyonda görünme. Üçünün de kanuni müeyyidesi yoktur.

Adam hastanede paspasçıdır, yeşil önlüğü giydiği gibi (doğumhane kapısında) cerrah pozunda gezinir. Adam konsoloslukta sekreterdir, restorana ‘Konsolos Bey’ adına rezervasyon yaptırır. Adam otobüs şoförüdür, üniforması pilot üniformasının aynısı, unvanı ‘kaptan pilot’tur. Adam başbakandır, protokolde kendisinden önce gelene dirsek atıp devlet başkanlarıyla Bir Numara imiş gibi muhatap olmak ister.

Adam ölü yıkayıcıdır, vaizdir, 'bilim, sanat, eğitim, veya atletizmde olağanüstü yeteneği ulusal ve uluslararası alanda ispatlanmış özel yetenek ‘ kontenjanından Amerikan vizesi almak ister.

Adam ferah fahur seks yapabilmek için tarikat kurmuştur, müridlerinin yazdıkları/çevirdikleriyle kuşe kapak kitap basıp ‘akademisyen’ donuna bürünmeye çalışır.

Bu cins adem, artık açıktan kendisine ‘profesör’ unvanı da veremeyeceğine göre, bari ‘hoca’ dedirtir ki, hem islamcı kesime mesajını çakar, hem akademisyenlik mastürbasyonunu yapar.

Bu tür insan evladı, psikolojik sorunlarından dolayı aşağılık kompleksiyle boğuşurken, güç-iktidar adına eline silah dahil ne geçirirse, aynada gördüğü zayıf imajını güçlendirmek için kullanır. İktidarlarını kanıtlanmış yetenekler, beceriler üzerine kuramayanlar, temelsiz, haybeden bir kibir/gurur üzerine kurarlar.

Avam arasında en yaygın hitap şekillerinin ‘Müdürüm’, ‘Şefim’, ‘Amirim’, ‘Reis’ vs. olması, ahalinin birbirinin ‘unvan/makam/güç-iktidar’ açlığını bilip, birbirinin egosunu okşamasındandır. Namus davaları da bu haybeden gurur - onur boku kategorisindedir.

Bu afra tafra, yetki aşımı, gücün kötüye kullanılması, zayıfı ezme, altındakini psikolojik yıldırma, olduğundan farklı ve üstün görünme yoluyla kendini ispatlama çabası, içinde büyük ölçüde sadizm de barındırır.

Adam tutar ‘Ergenlik yaşı 9-10’a indi’ diye beyan verir, hiç birimiz çıkıp ‘Kardeşim biyolog musun? Paleontolog musun? Evrim sürecinde böyle bir değişim oldu da bunu tesbit etmek de sana mı nasip oldu?’ diye sormayız.

Recep Bey de imam hatip üstü iktisat (ki pilav üstü kuru değil de daha bir taşlı bulgur üstü kurtlu mercimek durumdur) okumuştur ama mikrofonlara ‘Ben Savcıyım’ der.

İnsan evladının bilgisinin ve yetkisinin sınırlarını, yani haddini aşmasının hergün sonsuz sayıda örnekleriyle karşılaşırız.

Mesela, bencileyin domestik bir ev kadınının köşe yazarı olmaya kalkması da bu ‘haddini bilmeme’ faslındandır. Kanuni müeyyidesi yoktur, legaldir.

Derin devlet’ dedikleri de esasen budur. Kamu’daki ruh sağlığı bozuk bazı fındık beyinli adamların entelektüel sığlığı... işlerinin sınırlarını ‘kriminal’ tanımına girecek ölçüde esnetmeleri... kendilerinde asla olmayan yetkileri vehmedip, görev sınırlarının belirsizliğinden istifade ellerindeki gücü (iktidarı) kötüye kullanmaları...kuralsız keyfilik... sadizm... büyük görünme arzusu ve bu yaptıklarının bir müeyyidesi olmadığını bilmeleri. Bence derin devlet başka birşey değildir.

Bence ‘hasta’ devlet de bu!

Bu itibarla, Mardin Zangırt Köyü’ndeki ufak çaplı soykırımın katilleri; yetki aşımı, gücün kötüye kullanımı, güçlünün güçsüzü ezmesi, psikolojik yıldırma kombinasyonunun en uç ve en vahim örnekleridir.

Fakaaaaat, bu ülkeyi yedi yıldır;

halktan (YSK’nın bilgisayar verilerini parmaklayıp) aldığı yetkinin sınırlarını sürekli aşarak iktidarda kalabilen,

gücünü (iktidarını) kendisinin ve yakınlarının maddi menfaatleri için kullanan,

keyfi ve anlık kararlarla yalpalaya yalpalaya Türkiye’yi yönetmeye çalışan,

güçsüz bellediğini ezen-sindiren-azarlayan-kovan,

muhalifler üzerinde dalga dalga psikolojik yıldırma operasyonları yapan bir partinin yönettiğini düşündüğümüzde, Zangırt köyü katliamı basit bir ‘gücün (bu durumda verilen silahın) kötüye kullanılması’ olayı olarak da değerlendirilebilir. Dansçının tokatlanması, öğretmenin, gazetecinin dövülmesi, vatandaşa sövülmesi gibi basit bir güç suistimali olayı.

Yazının başında, ruh sağlığı bozuk, bilgisiz ve bağnaz kafanın, eline geçirdiği gücü toplum yararına kullanması ihtimali çok düşüktürdemişiz. Vazgeçiyoruz ‘imkansızdır’ diyoruz.
http://www.karaozu.com/modules.php?name=News&file=article&sid=331

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Küller ve KAR





Bu anda bana gelirsen,
dakikaların saat olur,
saatlerin gün,
ve günlerin bir ömür olur.

Fillerin Prensesine...
Tam bir yıl önce kayboldum.
O gün bir mektup aldım.
Beni fillerle yaşamımın başladığı yere
geri çağırıyordu.
Lütfen aramızda bir yıldır süren
sessizlik için beni bağışla.
Bu mektup sessizliği kırdı.
Sana yazacağım 365 mektubun ilki.
herbir sessizlik günü için bir tane.
Asla bu mektuplardaki kendimden
fazlası olmayacağım.
Bunlar benim kuş yolu haritalarım.
ve bunlar doğru olacağını
bildiklerimin hepsi.
Herşeyi hatırlayacaksın.
Herşey öncesi gibi olacak.
Zamanın başlangıçında,
gökyüzü uçan fillerle doluydu.
Her gece gökyüzünde aynı yere yatıyorlardı.
Ve bir gözleri açık hayal kuruyorlardı.
Eğer gece yukarıdaki
yıldızlara bakarsanız...
bir gözleri açık uyuyan fillerin
ışıldayan gözlerini görürsünüz.
En iyisi bizi izlemeye devam edin.
Evim yandığından beri
ayı daha net görüyorum.
İçime düşen tüm cennetlere bakıyorum.
Ellerimle tuttuğum cennetler gördüm,
fakat bıraktım.
Tutamadığım sözler gördüm.
Azaltamadığım acılar...
İyileştiremediğim yaralar...
Dökemediğim gözyaşları...
Kederlenemediğim ölümler gördüm.
Karşılık veremediğim dualar...
Açmadığım kapılar...
Kapatmadığım kapılar...
ve yaşamadığım hayaller...
Kabul edemediğim,
bana sunulanların hepsini gördüm.
Arzu ettiğim,
fakat asla almadığım mektuplar gördüm.
Olabileceklerin tümünü gördüm,
fakat asla olmayacak...
Hortumunu yukarı kaldırmış bir fil
yıldızlara bir mektuptur.
Balinanın suda sıçraması
denizin dibinden bir mektuptur.
Bu imgeler hayallerime bir mektuptur.
Bu mektuplar sana olan mektuplarımdır.
Kalbim pencereleri yıllardır açılmamış
eski bir ev gibidir.
Fakat şimdi pencerelerin
açıldığını duyuyorum.
Turnaların Himalayaların
eriyen karlarının üstünde...
yüzdüğünü hatırlıyorum.
Deniz ayısının kuyruğunda uyumak...
Sakallı fokların şarkısı...
Zebranın havlaması...
Kumun çıtırdamaları...
Karakulakların kulakları...
Fillerin egemenliği...
Balinaların suda sıçraması...
ve boğa antilopunun silueti...
meerkat'in ayak parmağının
kıvrımını hatırlıyorum.
Gange nehrinde yüzmek...
Nil'de gemi yolculuğu...
Hatshepsut kolidorlarında dolaşmayı ve
birçok kadının yüzünü hatırlıyorum.
Sonsuz denizler ve binlerce mil nehirler...
Babalar ile çocuklar hatırlıyorum...
ve tadı...hatırlıyorum...
ve şeftalinin kabuğunu soymayı...
Herşeyi hatırlıyorum.
Fakat geride bırakılanları
hiç hatırlamıyorum.
rüyalarını hatırla...
hatırla...
Savanna fillerini daha uzun izledikçe,
daha fazla dinledikçe,
daha fazla açtıkça,...
bana kim olduğumu hatırlatıyorlar.
Koruyucu filler, doğa orkestrasının
tüm müzisyenleri ile birlikte...
çalışma isteğimi duyabilir mi?
Filin gözlerinden görmek istiyorum.
Adımları olmayan dansa katılmak istiyorum.
Dansın kendisi olmak istiyorum.
Eğer daha yakına gelir veya
daha uzağa gidersen söyleyemem.
Yüzüne baktığımda bulduğum
huzuru özlüyorum.
Eğer şimdi yüzün bana dönerse,
kaybolduğunu sandığım yüzü
tekrar bulmam belki daha kolay olur.
kendimin.
Tüy ateşe
ateş kana
kan kemiğe
kemik iliğe
ilik küllere
küller kara
Balinalar şarkı söylemiyor,
çünkü bir cevapları var.
Şarkı söylüyorlar,
çünkü bir şarkıları var.
Ne önemlidir,
sayfada yazılı olan değil,
Önemli olan,
gönülde ne yazılı olduğudur.
Haydi mektupları yak
ve küllerini kara ser.
Nehrin kenarında,
bahar geldiğinde ve kar eridiğinde
ve nehir yükseldiğinde kıyısına geri dön.
ve kapalı gözlerinle
mektuplarımı tekrar oku.
Bırak kelimeler ve imgeler vücudunu
dalgalar gibi yıkasın.
Ellerinle kulaklarını kapa
ve mektupları tekrar oku.
Cennet müziklerini dinle.
sayfa, sonraki sayfa, sonraki sayfa...
Kuşun yolundan uç.
Uç...
Uç...
Uç...


(Gregory Colbert’in 2005 yapımı Belgesel Sunumu

Shakespeare'den Seçmeler













HAMLET

Bütün mesele hazır olmakta..
serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin.şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz.bütün mesele hazır olmakta.madem hiçbir insan bırakıp gideceği şeyin gerçekten sahibi olmamış, erken bırakmış ne çıkar, ne olacaksa olsun!


-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.
24. SONE

Gözlerim ressam rolünü aldı ve kabartma çizgilerle,
Güzelliğinin biçimini gönlümün levhasına çıkardı;
Bedenime gelince, o da bu resmin çerçevesi oldu işte;
Malum, resmin konumundan bilinir usta ressamın sanatı.
Seni olduğu gibi yansıtan resim nerde diyorsan,
Ressamın içine bakıp hünerini orda görmelisin;
Camlarının parlaklığını senin gözlerinden alan,
Göğsümdeki sergide asılı resme ulaşmalısın.
İşte bak, gözler gözler için neler yapıyor!
Gözlerim senin şeklini çizdi, seninkilerse,
Gönlüme açılan birer pencere; güneş de bayılıyor
Onlardan içeri bakmaya, sen varsın diye içerde.
Ama gözlerin sanatında yine de bir eksiklik var:
Gördüklerini çiziyorlar yalnız, yüreği tanımıyorlar.

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.
130. SONE

"Günese hiç benzemez sevdicegimin gözleri;
Mercan önde gider kirmizilikta, dudaklarindan:
Eger kar beyaz tabir edilirse, onun koynu gri;
Eger saça tel denirse, kapkara teller büyür basindan.
Çok gördüm pembe, beyaz, kirmizi güller,
Ama izi bile yoktur onun yanaklarinda o güllerin;
Ve bazi kokular eminim çok daha güzeller
Aci kokusundan, ondan yükselen nefesin.
Severim onu konusurken dinlemeyi, ama bilirim
Müzigin kulaga çok daha hos gelen bir tinisi var:
Emin olun öyle yürüyen bir ilahe hiç görmedim;
Benim sevdicegim yürürken yeri gögü sallar.
Ve fakat, tanri sahit olsun ki benim askim nadirdir
O, saçma sapan benzetmelerle tarif edilemeyendir."

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.

Kırk yılın kışı, güzel alnını kuşattı mı,
Kapladı mı yüzünü derin çukurlar artık,
Gençliğin kibirli, süslü giyim kuşamı
Beş para etmez olur, hırpani yırtık pırtık:
O zaman sorarlarsa güzelliğin nerdedir,
Dinç ve şen günlerinin hazinesi ne oldu;
Dersen yuvalarına çökmüş şu gözlerdedir,
Bencil utancıyla israfa övgüdür bu.
Kavuşur güzelliğin çılgınca alkışlara
"Benim güzel çocuğum beni kurtarır" dersen
"Ve yüzümü ağartır ben yaşlandıktan sonra."
Güzelliğin onda sürdüğünü göstersen!
O, sen yaşlandığında yeniler varlığını
Soğuktan donan kanın duyar ısındığını.

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.
66. SONE


Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.
TABRI BENİ İLK BAŞTA SANA KUL YAPTI


Tanrı beni ilk başta sana kul yaptı, sonra
Keyfine el koymayı kurmamı yasak etti.
Ya da özlem duymamı hesaplı zamanlara;
Kölenim ya, boş vaktin olsun diye bekletti.
Ah, bırak katlanayım, el pençe divan: değer,
Senin özgürlüğünün tutuklu yokluğuna;
Her mihnete sabreder, her azara baş eğer,
İncittin diye hiç suç yüklemez bile sana.
Sen nerde olursan ol, yetkin, güçlü, özgürsün;
Hâkimsin dilediğin gibi kendi vaktine:
Canın neyi isterse varsın o keyif sürsün,
Kendine suç işlersen kendin bağışla yine.
Beklemek cehennemdir, ama beklerim seni,
İyi kötü demeden, suçlamadan keyfini.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Öpücük Balığı


İşe telefon açıp, “gelirken buğday al” dedi. “Naapıcan buğdayı kızım” diye sormadım.. Söylemezdi ki.. Dünyanın en sevimli delisiydi.. O öyle biriydi işte. Küçücük giz dolu oyunlar başlatırdı. Ne buğdayı, naapıcak acaba, nereden alıcam ben şimdi..
Merak etmeye başladığım anda kendimi çoktan oyunun içinde bulurdum.. Evet, oyun başlamıştı. Savaş’a “Buğday almam lazım, nerde satılır” diye sordum..

-Haa?
-Buğday
-Eee, nolucak buğday?
-Hiç.. Tavuk buldum da bi tane.. Buğday veriyim diyorum..
-Sittir lan..

Ciddi miyim diye gözlerime baktı.. ben de çok ciddi baktım..

-Gültepe’de bir civcivci var ama.. Buğday satar mı bilmem.. Daha çok suni yem olur onlarda..
-Yok, suni yem olmaz, buğday lazım.. Yumurtanın sarısı doğal renginde olmuyo o suni şeylerle.. Pis bi rengi oluyo.. En iyisi buğday..
-Ha bi de yumurtluyo.. Harbi tavuk yani, ciddi bi tavuk kimliğine sahip.. Bir ara ben de besledim.. Spenç tavuğu diyorlar.. Tam yumurta tavuğuydu.. Bazıları et tavuğu oluyor ya, pek yumurtlamaz onlar.. Bak ne diycem, esas darı sever hayvan.. Çift sarı çıkarır.. Darı al sen ona..

Oyun böyle bir şeydi işte.. O başlatırdı.. Hayatınıza aniden buğday, darı, tavuk, yumurta ve size “yedi kafayı” diye bakan bir sürü insan girerdi.. Komik, sürükleyen, ama paylaşılan giz nedeniyle bir o kadar da heyecanlı bir oyun..

Büroda durduk yere başlattığım tavuk geyiğine daha fazla dayanamadığımdan, buğday bulmak üzere çıktım. Buğday.. Noolcak acaba.. Kuruyemişçilerde var mıdır?

-Keşkeklik mi? Aşureye falan mı katçaanız?
-Ne?
-Buğday sormadın mı?
-Ha evet, olabilir..
-Sonunu dün sattım..Yok..

Hıyar kuruyemişçi! Lan madem yok, niye aşure mi keşkek mi car car ediyorsun.. sana ne.. Bu millet de bi tuhaf ha.. Buğday var mı, var.. Ya da yok. Bitti, bu kadar.. Sana ne ne olacağından. Az kaldı özel hayatıma giriyordu herif.. Hem bir tarım ülkesinde buğday bulmak bu kadar zor mu olur kardeşim.. Sinirleniyorum ama.. Hani lan bu ülke bir tahıl ambarıydı.. Adam başı buğday olması lazım.. Kendi kendime gülüyorum.. Biliyorum, o da gülecek.. Gülücez.. Öpücem sonra.. Sonra, sonra.. Noolcaksa o buğdaylar..

Mısırçarşısı’na gidiyorum, oradaki baharatçılarda kesin vardır.. bu arada, kendimi gerçekten tavuk gibi hissetmeye başladım.. Buğday arayan acıkmış bir tavuk.. Bık bık bık. Bıdaaak.. Aslında içimde garip bir mutluluk var. Her şeyi birden unutup bir avuç buğday için İstanbul’u dolaşıyor olmak içten içe hoşuma gidiyor. Onu bu yüzden seviyorum galiba. Bana da sıçrayan bir tılsımı var.. Her şey bombok giderken, nooluyosa bir şey oluyor.. Onun yarattığı illüzyona dalıp oyun oynuyorum.. Çocukmuşuz biz.. O, mısır saçlı, habire sümüğünü çeken afacan bir kız, ben dizleri yara içinde haşarı bi velet.. Dünyanın zillerini çalıp, vınnn kaçıyoruz.

Şimdi ne kadar alıcam ki ben buğdaydan.. Bir kilo yeter mi acaba? Evde tarım yapıcak diil ya, yeter herhalde.. Anlarmış gibi buğdayları karıştırırken yakaladım kendimi, iyisini seçicem sanki.. Neyse, aldık işte.. Bir kilo buğdayımız oldu. Yanında bir tane de ufak rakı. Manyağım lan ben.. Bariz manyağım..

“Geldi mi buğday” diye sordu. Gözleri ışık ışık.. Meraktan çatlıyorum ama, belli etmeden “ıhı” diye torbayı uzattım. Cadı! Aldı torbayı masanın üstüne koydu. Ne olacak şimdi bu buğday? Sormayacağım ama.. ”Naaptın” dedi.. Elinin körü.. Saatlerdir buğday arıyoruz herhalde.. “Toprak mahsülleri ofisine gittim canım. Taban fiyattan destekleme alımı yaptım..” Gülüyor. Her şey o gülsün diye zaten.. Bence onun kadar güzel gülebilen yoktur. Ama bu gerçek yani. Çok gülen insan gördüm ben. İşim gereği. Hakkaten bakın, ben bu konuda otorite sayılırım. Ben sizinle geyik çevirirken o kayboldu. Birazdan, elinde bembeyaz bir güvercin. “Bak şimdi “dedi; “Bu senin dilek güvercinin.. Ona avucundan buğday yedireceksin, sonra gagasından öpeceksin ve bir dilek tutup gökyüzüne bırakacaksın.”

Dedim ya, tılsımı var onun. Aniden güvercin de çıkarır, tutup yaşamınızı bi saniyede masala çevirir.. Bitmesin istersiniz.. “Bitmesin” diye dilek tutup güvercini gagasından öptüm. Balkona çıktık sonra. Pıt pıt kanat sesi.. Pıt pıt iki çocuğun yüreği.. Balkona yıldız tozları mı yağdı? Çok mu güldük.. peki çok gülmek iyi midir gerçekten.. Ağlar mı sonra insan.. Babaannem Deli Fadime’nin dediği gibi “Dünyanın düz murâdı yok” mu.. “Çok muhabbet tez ayrılık“mı peki.. Noolur “öyle diilmiş” olsun. Noolur bitmesin.. Pıt pıt.. Yüreğim.. Gece.. Yemin ederim, yıldız tozu yağıyor..

Ertesi sabah Kadriye oldu.. Espiri olsun diye bahar temizliğine girişti. Kadriye.. Onun masal kahramanlarından biri. Söylediğim gibi, yaşam bir oyun onun için. Gerçekle dalga geçer hep, sevmez sanki.. İlk Kadriye olduğunda yeni tanışmıştık.. yine işe telefon edip yufka ve çökelek istemişti. Buğday gibi değil, onları daha kolay buldum ve eve gittim. Kapıyı çaldığımda yeri siliyordu. “Ayağını çıkar kocacım” dedi, “yeni sildim”. Çok güldüm. Yufkayla çökelekten “yanmaz tavada sana böreği” yaptı, yedik. Sonra eline bir tığ alıp dantel örüyormuş gibi yapmaya başladı. “Delirdi” diye baktım. Saçlarına bigudi tuttururken “Naapıyosun yaa” diye sordum. “Nooluyo kızım”.. Garfield gibi gözlerime baktı. “Yarın eltimgil gelecek” dedi. Sonra güldü. Nasıl güldüğünü biliyorsunuz. O gün bana “annesi gibi” olmuştu. Ya da benim annem gibi. Oynuyordu. Başka bir şey. Herkesin “gerçek” diye bildiği şey, onun için sonuna kadar sahte ve saçmaydı. Komikti ama, ürkütücüydü. Yani hep oynanamazdı ki.. Eninde sonunda hayat “bööle bişeydi” işte.Yoksa değil miydi.. O Kadriye olup “çekirdek aileyle” dalga geçmeye başlayınca ben de rolümü aldım. “Fehmi” diye bir herif oluyordum. Çizgili pijamamı ayağıma geçirdiğim gibi biraları içip televizyon karşısında pıt pıt zapping yapıyordum. Gülüyorduk sonra. Kadriye ve Fehmi çekirdek rolünden çıkıp biz oluyorduk. Pıt pıt, iki çocuk yüreği..

Onun masal kahramanları bir tane değildi ki.. Bazen Müge ile Furkan olurduk. Aslında onlar bizim arkadaşımızdı. Ama o, onların ilişkisini sahte ve anlamsız bulurdu. “Kola alır gibi işte, birbirlerini ve herşeyi tüketiyorlar.” Müge olduğu zaman “Eskeyp’e gidelim mi, Trafo’ya zıplayalım mı diye sorardı. Ama asla gitmezdik. Onun dünyasından çıkamazdım. Ben çıkmak ister miydim peki? O zamanlar bu soruyu kendime hiç sormadım. O, “dışarıdakiler”i öyle iyi biliyor ve anlatıyordu ki, ara sıra “dışarı kaçtığımda” bile onunla oyun oynuyormuşuz, o bana “gerçeğin masalını anlatıyormuş” gibi olurdum..

Ha bir de, en önemlisi “öpücük balığı” vardı.. Onun en yalın ve samimi hali. “Ben öpücük balığıymışım” deyip yanağıma bin tane masum öpücük konduruyor, dakikalarca pıt pıt pıt öpüyordu. Öpücük balığı, öpücük balığı, pıt pıt pıt..

Masallar biter mi, biter işte. Arasına reklam girecektir, güzellik maskesi takılacaktır, savaş vardır, birileri öldürülecektir, birini kör bırakacaksınızdır, birinin yüreğini söküp atacaksınızdır.. Zehirlenecek denizler, ağlatılacak çocuklar.. İşiniz vardır yani, öyle önemli, öyle vazgeçilmezdir ki..

Bir gün bana “gitme” dedi.. Ama hep öyle derdi.. “Yelkovan dokuzun üstüne gelinceye dek.. Bu şarkıdan iki şarkı sonra..” Hiçbir keresinde bırakmazdı beni. İyi, tamam, oynadık, bitti. Dönüşte yine oynarız.. Dinlemezdi.. ”Bak şimdi bu çerez tabağını dökücez; leblebiler saatmiş, üzümler dakika, fındıklar günmüş ama.. Sayalım, o kadar sonra git..” Pazarlık ederdim. “Fındık gün diilmiş, leblebi saat.. ona tamam.” “Peki” derdi. Sonra aniden nereden bulduğunu bilmediğim tek şamfıstığını çıkarıp “peki bu yılmış, yıl olsun“ derdi. “Yüzyılmış tamam mı, ölüm gelinceye kadarmış..”

Üzümleri, leblebileri falan sayardık sonra. Tek şamfıstık, o yüzyıldı.. O ölümün geldiği zamandı. Onu pek tartışmazdık. Onu açar, yarısını yer, yarısını bana yedirirdi. Sonra, sonra o öpücük balığı ve ayrılık..

“Ben gidiyim” dedim.. Sesi boğuktu.. ”Gitme” dedi.. Ama söyledim. Hep öyle derdi.. Giderdim sonra. Döndüğümde oradaydı, bilirdim. Yine “gitme” derdi..

“Gitme” dedi.. Gözlerinde yaş tomurcukları, birazdan duracak dünyalar, sanki hepimiz ölücez. “Bu kez gitme”..

Gitmesem olur sanki.. “Ama bunun sonu yok ki” dedim.. “Yok işte salak “dedi.. ”Hep sonunu istiyorsun. Sonu, bittiği yer, tükendiğim zaman.. Yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman.. Bu kez gitme işte.. Gitme..”

Karşısında bir çocuk gibi duruyorum.. İçimden bir çocuk o duvarı tırmanıp aşmaya çalışıyor ama olmuyor.. Birileri yıllarca ördü o duvarı.. Annem koydu bir tuğla, sonra babam.. Dayım, öğretmenim, komutanım, patronum, radyom, televizyonum.. Gidicem ben, işim var işim.. Çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem.. Hasan’a borcum var.. Tarık’la sözleştik, kaçıcaz hafta sonu, karı bulmuş.. İlknur iş arıyo sonra.. Resmen iş istiyo işte, aramıştır.. Onun yeri ayrı ama İlknur da fena değil şimdi.. İşim var.. İşim..

“Gidiyim ben” dedim.. Bu kez gözleriyle “Gitme” dedi.. Ben de ona “gözlerim sana mı kaldı” gibisinden baktım.. Tek mi sana kısmet olacak sanıyorsun benim “çivileyen bakışlarım”.. İşi var gözlerimin. Kritik pozisyonlara bakıcam, topa konsantre olucam, Top Secret’ı izliycem, günlük kuru yakından takip edicem.. İlknur’un kalçalarına bakıcam.. MTV’nin klipleri, savaşlar, siyah-beyaz yerli filmler.. İşi var gözlerimin..

Sonra yıldırımlar çaktı.. Hiç susmadım.. “Hayat masal mıydı yani?.. Dışarıda millet birbirinin gözünü oyarken, biz burada yanak yanağa.. Noolcaktı yani.. Leblebiden saat olur mu.. “Vakit” denen nanenin ne demeye geldiğini herkes biliyor artık.. İyi.. Pıt pıt pıt öpüşelim, sen beni seviyormuşsun, ben seni çok.. Ee, Anangil “Oturma odası takımını erkek tarafı alsın” dediğinde ne bok yiyecez peki? Öpücük balığını mı satacağız..” Nefes nefese sustum..

“Dışarıdakiler” dedi.. “Dışarıdakiler, bunu beceremez işte.. Öpücük balığını kimse alıp satamaz.. Sen bile.. Diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmez..”

***

Bir varmıştı, şimdi bir yokmuş..

Nevizade Sokağı’ndayız, yol boyu meyhane.. Masanın altından İlknur’un elini tutuyorum.. Dördüncü kadehten sonra sayamaz oldum rakıları. Bir çingene, yanındaki masaya keman çalıp haykırıyor “Dönülmeyyz akşamıyyn ufuğuğun daiiz, vakiyyt çook geyç artık..” Elini darbukaya röntgen filminde her patlattığında gözümün önünde bi dudağı gökte bi dudağı yerde masal devleri görüyorum.. Gümm! Dev.. Güm! Lamba cini.. Güm! Haramiler..

Kocaman bir davulun üstünde küçük bir şey kırıntıları dökmüşler gibi, belki öpücük balığının yemleri onlar.. Hani onun en yalın ve sevimli hali gibi.. Gümm!.. Zıplıyor hepsi, gümm zıplıyor her şey.. İlknur’un göğüsleri kliplerdeki gibi havalanıp zıplıyor.. Uçuşup tekrar yerine düşüyor, tabaklar, yıldızlar, sigaram.. Canım yanıyor.. Sonra pıt pıt pıt.. darbukaya üç parmak darbesi vuruyor çingene.. Masalların sonunda gökten teklifsizce düşen üç elma bunlar.. Ben görüyorum, İlknur görmüyor, kimse görmüyor..

Müzik bitti.. İlknur bir şeye gülüyor.. Masanın yanı başında, tuhaf, simsiyah gözlüklü, başı sımsıkı bağlı bir kadın var.. O hep var Nevizade sokağında.. Elinde kocaman bir çerez kavanozu, sormadan, avucundaki çay bardağını kavanoza daldırıp, bardak dolusu kuruyemişi masamıza boşaltıyor.. cebimden para bulup kadına uzatıyorum.. Aklımda zamanın en acı tadı.. ”Peki kaç leblebi var bunun içinde teyze” diye soruyorum.. Kadının suratını yıllar bıçaklamış, sesinde hırıl hırıl alaycı bir öfke; “Manyak mısın sen koçum?” diyor.. İlknur gülüyor, benim gözüme üç elma kaçtı, masalların kötü kalpli cadısı avucumdaki parayı yolarcasına kapıp yan masaya seğirtiyor..

Az önce bir masal bitti, kimse bilmiyor.. Öpücük balığı bir iskelede, güneş altında çırpınıyor.. İlknur’un gözlerinin işi var, benim yüreğim kovulmayı çoktan hak etmiş, boşta gezer.. Uzaklarda bir çocuk, uyuyakalmış ninesini sarsıp “Bana masal anlat” diye ağlıyor..

Diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor..



ATİLLA ATALAY .

22 Mayıs 2009 Cuma

Nostalji ve Ütopya Arasında/Şükrü ARGIN


"Bütün yazılanlardan, yalnızca,kişinin kendi kanıyla yazdığını severim.Kanınla yaz:göreceksin kan ,tindir."
NİETZCHE

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-
"Koca dünya:Uzayda bir toz zerresi...
İnsanların tüm bildikleri:sözcüklerden ibaret!
Yığınlar,şaşkınlar yedi iklim çiçekleri:
haya hepsi...Ebedi düşüncein özeti:hiçbir şey!
ÖMER HAYYAM
-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.
"...Entelektüelin sorunu,modern profesyonelleşmenin saldırılarıyla obnları yok sayarak yada nüfuslarını yadsıyarak değil,farklı bir dizi değer ve önceliği temsil ederek baş etmeye çalışmaktır.Ben bu temsin edimine amatörzm diyorum, yani karla ve bencik ,dar uzmanlaşmayla değil,özenle ve sevgiyle beslenen bir etkinlik."
Kuşkusuz Said'in karşı çıkışı,profesyonelizm denilen şeyin bizatihi kendisine değil,bunu belli sosyo-kültürel şartlar içinde yarattığı ürkütücü zihniyete yöneliktir.
...
ordu gibi bilinçli olarak dehümanize edilmiş,insazlaştırılmış mekanik/disipliner kurumlarda değil,söz konusu rofesyonelliğin yaygınlaşması nedeniyle hemen her yerde karşımıza çıkmaya başlamış bir zihniywettir bu. Okulda da bulur bizi,hastanede de..Siyasette de çıkar karşımıza,eğitimde de
...
amatörlük,insanın yaptığı işi sonucunda para yada başka bir ödül almaması değil ki; sadece,işin başlangıcında böylesi bir ödünün devrede olmaması hali.Hatta işin özüne ait olmayan bir güdünün devrede olmaması hali.Hatta işin sonunda gelen para ya da ödül karşısında mahcubuyet duyma hali...Amatörlüğün bundan daha güzel bir göstergesi olabilir mi?

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.
...
Borges,her türlü yazının mutsuzlukta kaynaklandığını yazmıştı.İnsanın,mutsuzluk hakkında, hayal kırıklığı ve karamsarlık hakkında yazarken daha samimi olabildiğini;mutluluğun ise,sadece,zaman zaman yazar ile yazı arasına giren uçucu bir his olduğunu söylemişti.
-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.
...
Bir:
Dil,polisten veya sansürden çok daha fazla korkulması gereken bir sosyal kontrol aracıdır;çünkü o,içselleştirilen bir şeydir.O,bilinçdışında veya altında demirleyen, tepkide bulunamayacağımız bir yaşta oraya yerleşmiş bulunan bir kontrol unsurudur.
İki:
Yalnıza söz devrimcidir ve yalnızca dil bizi insani umudun gerçekleşmesine götürebilir..

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-
"Şimdi evime girsem bile
biraz sonra çıkabilirim
Mademli bu esvalarla ayakkaplar benim
ve mademki sokaklar kimsenin değil."
ORHAN VELİ
-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-
...Sennett'in ifadesiyle ,modern ytoplum giderek bir 'mahrem toplum' haline gelmeye başlamıştır;"bireyi sanattan mahrum bir aktör"kılan 'oyuncu'bir toplum...Maske ile yüz arasında fark yoktur artık!Sennett,"rölünü oynaması için kendisine hiçbir sıradışı alan bırakılmayan bir toplumda ."kişinin,"rol yapma ve oyun oynama kapasitesini" yitirdiğini söyler...
...
Bana, al!,satın al!,satın al!satın al!diye baskı yapan bir mesaj işitmeyeceğim ,görmeyeceğim tek bir kent alanı bile yok.Ş ehrin caddelerinde yürürken, binlerce gösterge görsel alanıma saldırıyor. Durakta otobüs yada tramvay beklerken bulduğum mekanı iç çamasırlarıyla arzı endem eden elle yada şırılçıplak demi Öoore'la paylaşmak zorundayım.Otobanda otomobil sürerken,altından geçtiğim köprüler benim üzerinmden falan uöak şireti,filan bankayı geçirir...Akıp giden bilboardlar metro hattı boyunca takırdayıp durur...Özel'den kamusal'a sızan görsel bir özel mesaj kaosudur bu.

16 Nisan 2009 Perşembe

Malakan Nedir?


Malakanlar,Beyaz Rus kökenli etnik halktır.Türkiye'de halklar arasında Malakanlar olarak adlanrılılan bu topluluğun orjinal adı "Molokan"dır. Rusça süt anlamına gelen "moloko"sözcüğünden türetilmiş olan bu adlandırma bir ırka değil, bir Hristiyan tarikatına karşılık gelmektedir. O.Türkdoğan;"Molokanizm,Hristiyan ve Yahudi inan. sistemlerinin sentezi gibidir."yorumunu yapmıştır.

Kars'ın Ruslar tarafından 93 Harbinda işgali sonucunda dönemin Rus Çarı Deli Petro tarafından Arpaçay ilçesine bağlı bazı köylere yerleştirilmiş bu etnik grup,80 yıllık ortak yaşamdan sonra,1962 yılında,özgür ve bağımsız kararlarıyla Pusya,Amerika ve Avustralya'ya göç etmişlerdir.Osmanlı arşiv ve belgelerine göre, Ermeni zulmüne maruz kalmalarına rağmen, yerli halka uyum ve barış içinde yaşamayı sürdürmüşler.Bir zamanlar Kars ve çevresinde önemli nüfusa sahip olan Malakanlardan güzümüzde bir kaç aile kalmıştır.
Mlakanlara dair dayımın anlattıkları ise sarışın ve uzun boylu insan olduğu,Malakan olmayıp sarışın olanlara Malakan lakabı takıldığıda olurmuş.Çoğunlukla Çalgavur köyünde yaşadıklarını, değirmencilikte çok iyi olduklarını anlattı. Onların ekmeklerini çok yedik, birgün Malakanlıların oturduğu yerden geçen köylü yapmış oldukları lavaştan yer,lavaşın inceliği ve lezzetini çok beğendiği için unlarından bir çuval alır.Evide getiri ve eşininin yaptığı lavaşın çok kalın ve lezzetsiz olduğunu görünce Malakana çok kızar söylenir "Gavur Malakan bana kötü undan verdin demek" diye aldığı un çuvalını geri götürür.Malakan'a bana adi un verdin,senin has unun değil bu der.Ve Malakan'ın verdiğicevap ise "Ben sana iyi un sattım iyi lavaş yapan kadın satmadımki" dir. Çoğu Rusya'ya göç etmiş.Köyün en zenginlerinden olan Simon ve diğer zenginler giderken altınlarını yanlarında götüremedikleri için toprağa gömmüşler. Daha sonra bu altınlar devlet tarafından çıkartılmış.
Ek olarak alttaki adreste bulunan yazıyı okuyabilirsiniz.

Deli Deli Olma


Sernaryosunu Hazel Sevim Ünal'ın yazdığı yönetmenliğini Murat Saraç oğlunun yaptığı DELİ DELİ OLMA Kars'ın Eşmeyazı köyünde geçen sıcak bir hikaye.. 93 Harbi sonrasında Çar'ın Rusya'da yaşamasını istemediği Malakan kavminin bir kısmı Kars'a göçe zorlanır. Göç edenler arasında Mişka'nın (Tarık Akan) aileside vardır. Bir zamanlar köyün değirmenini işleten Mişka, modern makineler çıktıktan sonra, işini yapamamış ve maddi sıkıntıya düşmüştür. Mişka'ın gençlik aşkı olan ama hiç kavuşamadığı sinirli mi sinirli yaşlı kadın Popu(Şerif Sezer).. Mişka'nın yapayalnızlığına rağmen Popuç'un kalabalı,neşeli, hareketli ailesi..Köyün huysuz ihtiyarı Popuç, Mişka'dan nefret eder ve köyde yaşamasıı istemez. Köylüler bir zarar görmedikleri hatta sevdikleri kendi halinde,barışçı,yardımsever Mişka ile Popuç arasında kalmışlardır.
Saz aşıklarının bol atışmalı, çekişmeli, dudak değmezli kış geceleri..Farkirlik ve çetin kış koşullarıyla mücadele eden,ekin eken,kaz otaran(otlatmak),koyun güden köy insanları..Rus kültürü ile yoğrulmuş Mişka ve onun köy yaşamına sesizce kattığı piyanonun ayağına bağlanmış ineklerin görünümü kadar komik..Çok sevmesine rağmen kendi yemeyip mendil içinde sakladığı kaz etini hasta Mişka'ya ikram eden küçük alma gibi umut dolu bir hikaye Deli Deli OlmaççMişka'nın ailesinden kalan ve Mişka'nın borcu yüzünden köyün neredeyse bütün ahırlarını gezen piyanoyu çalabilmek için yanıp tutuşan Karslı köylü kızı Alma'nın üzerinden köydeki tüm hikayeleri anlatan Deli Deli Olma sinemızın uzun zamandır özlediği komik,naif,içten,geçmişimizden ve bizden bir film...

15 Nisan 2009 Çarşamba

Bir Sendika: Genç-Sen



Dünyada 20'den fazla ülkede öğrenci sendikası tarzında örgütlenmeler var. Fransa'da, 26 yaşının altındaki gençlerin, 2 yıllık deneme süresince, patronun herhangi bir gerekçe göstermeden işten çıkarabileceğine ilişkin yasaya karşı sokaklara dökülen Üniversite Öğrencileri Sendikası bir hayli yankı uyandırmıştı. Türkiye'de bir süredir tartışılan öğrenci sendikası, dünyadaki diğer gelişmeler ışığında hız kazandı ve ülkemizde "GENÇ-SEN" adıyla hayat buldu.
Türkiye işçi, memur,işveren, emekli sendikalarından sonra öğrenci sendikasıylada tanıştıç. Türkiye'nin ilk öğrenici sendikası olan Genç-Sen ODTÜ'de yapılan kurul toplantısıyla Aralık 2007 tarihinde kuruldu(1). 27 ilde toplam 39 üniversitede şube ve temsilcileri bulunmaktadır. Ayrıca lise platformları ile ilgili çalışmalar devam etmektedir(2).
Genç-Sen eğitim sistemine yapılan liberal saldırılara karşı öğrencilerin,ekonomik, akademik,demokratik çıkarlarını savunmak için mücadele yürüten bir "öğrenci sendikası" olma idealiyle yola çıkıyor.

Nasıl Bir Sendika:

  • Demokratik
  • Mücadeleci
  • Dayanışmacı
  • Eşitlikçi
  • Özgürlükçü
  • Öğrencilerin dinamizmini esas alan
  • Büroklaşmaya karşı güçlü refleksleri bulunan
  • Öğrencilerin ortak çıkarları için mücadele eden
  • Yüzü dünyaya dönük
  • Meşrutiyet sorununu vazgeçilmez ilke sayan

Bir sendika olma iddasındadır.

Sorunları:

Öğrenci sendikası şu temel sorunlar etrafında hareket etmektedir.

  • Üniversiteye giriş-Öğrenci seçme sınavı
  • Özelleştirme
  • Sosyal-kültürel olanakların yetersizliği
  • Burslar
  • Barınma sorunu
  • Beslenme sorunu
  • Ulaşım sorunu

http://ogrenciajansi.com/

Kaynak:

(1)İlerici Gençlik Dergisi

(2)http://www.gencsen.org/

Fikret Otyam



19 Aralık 1926'da Aksaray'da doğdu. Ressam, gazeteci ve yazar. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'nden mezun oldu. Burada ünlü ressam Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun öğrencisi oldu.

Öğrencilik yıllarında gazetecilik, sanat-edebiyat yazarlığı ve fotoröportajlar yapmaya başlamıştır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkı ile yaptığı röportajları konu alan gazete yazıları hazırlamıştır. Anadolunun her bölgesini karış karış gezdi. Önce insanları ve coğrafyasıyla..Fikret Otyam'ın insana ve hayata bakışını klistarilize eden, onun yaklaşık 55 yıl önce çıktığı bu gezilerdir." KaraSevdam" dediği Anadolu'da gidebildiği kadar gitti. Onları anlatırken onların gayriresmi sözcüsü, vicdanı oldu. Zamanında Alevilerle ilgili çıkartmış olduğu yazı dizileri bir tabuyu gözler önüne serer ve alevilerle ilgili yazan ilk sünni gazetecidir. Daha sonra röportaj serileri Topraksız, Gide Gide, Ha Bu Diyar, Harran ve Irıpi Ey Samandağ Samandağ adlı kitaplar olarak yayınlanmıştır. 1953-1996 yılları arasında anadolu insanının yaşamını belgelediği fotoğraflarında "Gide Gide" başlığı altında, "Memleketimden İnsan Manzaraları,Anadolu63" adlı sergilerle tanıtmıştır.

Fikret'in yıllardır başında gördüğümüz eşi,yoldaşı ve meslektaşı Filiz Otyam ABD'de içmimarlık eğitimi almıştır.Eşinin resim çalışmalarıyla birlikte bir çok sergi açtı.

14 Nisan 2009 Salı

Retrospektif Nedir?


Retrospektif=Siyah beyaz, geçmişin izlerini taşıyan, geriye dönük.
Güzel sanatlarda; sanatçının kariyeri boyunca yapmış olduğu eserlerin sergisidir.
Sinemada; bir yönetmenin veya oyuncunun kendisini iyi ifade ettiği düşünülen eserlerinin seçmecesidir. Festivallerde gösterime sunulanlar.

http://www.belgeselfotograf.com/aid=211.phtml

Yakaza Nedir?


Yakaza= uyanıklık,gözleri kapalı uyanık olmak, uyanık rüya görmek, uykuyla uyanıklık arası.

Dünyanın bir rüya olabileceğini görebilecek kadar uyanık olmak.

İptila Nedir?


İptila=Düşkünlük, tutkunluk,alışkanlık.

"Okumak iptila ise müptelalara selam."


Müptela=Tiryakilik

Tanrı İle Sohbet


Acı çekmek insanın olaylara verdiği tepkidir.

Hayat benim önüme koşulan bir seçenek bundan ötürü cezalandırılamam ki..

Gerçek insanlarlar geçimini sağlamak derdi yerine yaşamayı seçerler. Diğerine yaşamak değil ölmek denir.
"Hayat -Kuşku ve Korku- üzerine kurulu...

Kendin için geçim kaynağı yaratacaksan başkası içinde yarat..


Bir boşluk var içimde bu kez kendi ellerimle açtım.Ardında acı bırakmadı, bir göl gibi dingin bu boşluk...Çok bildik çok tanıdık.Doğumumda oluşan yıllarca içimde taşıdığım o hale benzedi.Bu biraz gelişmiş,anlam bulmuş, öğütülmüş hali...Varlığımın bir parçasına...
Ondan defalarca kaçıp kurtulmak istedim, bunu yapmam için çok şey vaadettiler.Hayalimdeki hayatı,ütopyalarmı gerçekleştirmeyi istediler.Ama benim kendimi gerçekleştirmem gerek...Ütopyalarımı ipek böceğinin kozasını örmesi gibi işliyorum.Her an biraz daha büyüyüp kozamın içinde yumuşak ve saf bir dünya yaratıyorum.Bu gelişmeye yetişemezler.
Vaatlere kanmadım desem yalan "acaba" dediğim oldu ama bunun etkisi uzun sürmedi ve her denemede onu seçtim.Ben bu kozanın içinde yaşayabiliyorum.Burası tek kişilik...
Ben ve yalnızlık tutkum.Ona bir ad koydum " Pencere Önü Çiçeği".Göz penceremden ışığını alıyor, suyunu göz yazlarımdan, sevgiyi insanlara sevgiyle bakışımdan, narinliğini tenimden, kokusunu tenimden...O benim.O. Benim.

13 Nisan 2009 Pazartesi

Pencere Önü Çiçeği

Pencere önünde arkadaştan ayrı
Porselen saksıda bir süs çiçeği
Evin hanımı her akşam üstü
Su ve güneş sunar..entelektüel

Pencere önü çiçeğine
Ne ansızın yağmur ne gökkuşağı
Ne dipdir sabah, gözyaşı

Ne şebnem görmüştür ne kırağı tanır
Ama iyi konuşur, bir kitap gibi
Rastgele çiçeklere arada bir bakar
Cansız cam ardından, tül perdelerden

Pencere önü çiçeğine
Ne ansızın yağmur ne gökkuşağı
Ne dipdiri sabah; gözyaşı....